BİLİM ve DİN ÇATIŞIR MI ?
**
Bilim ve din arasındaki
ilişkinin niteliği modern dönemin en önemli problemlerinden biri
olagelmiştir. Bu ilişkinin bir çatışma mı, yoksa bir uyum
ilişkisi mi olduğu sorusu kadar, bunun neden bu kadar
önemsendiği de, üzerinde durulması gereken başka bir husustur.
Öncelikle, her iki soruyu ortaya
çıkaran tarihî bağlama bakalım. Batı düşünce tarihinde en önemli
kopmalardan birini, Eski Yunan’da varlık ve tekevvüne ilişkin
her meseleyi insan-tanrıların tasarruflarıyla açıklayan ve
“görünen dünyayı” görüntülerin düştüğü bir sahne olarak gören
mitik düşüncenin, yerini herşeyin sebep-sonuç ilişkilerinin
ürünü olduğunu ileri süren “nedensellik” düşüncesine bırakması
oluşturur. İki anlama biçimi de kendisini mutlak bir çerçeve
içinde ifade eder. Değişen sadece bu çerçevenin anlamlandırılma
biçimidir.
M.S. 5’inci yüzyıldan itibaren
Hıristiyanlığın Roma’ya hakim olmaya başlamasıyla gelişen süreç,
11’inci yüzyılda teokrasinin kurumlaşmasıyla sonuçlanınca, bu
yüzyıldan itibaren Aristocu düşünüşün Hıristiyan yorumu varlık
ve tekevvün konusundaki yeni mutlakçı çerçeve haline gelmiş,
bilgiye erişimi tekelinde bulunduran ruhban sınıfı giderek
farklı düşünce açıklamalarını “sapkınlık” olarak değerlendirmeye
başlamıştır. 15’inci yüzyıldan itibaren feodalitenin çözülmeye
başlaması, kentlerin ve burjuvazinin kilise hegemonyasından
özerk güçler olarak ortaya çıkışı ve tabiat bilimleriyle
matematiğin dilinin birbirine çevrilmesi, yeni bir otorite
kaynağının doğuşunun habercisiydi: Bilim.
Eflatun’a göre bilim, felsefî düşüncenin aşağısında kalan bir anlama biçimiydi.
Gerçek bilgi mutlak olanın bilgisiydi ve bu bilgiye ancak
felsefe yoluyla varılabilirdi. Hıristiyanlık felsefe yerine
kendi din yorumunu ikame etti. Burjuvazinin kilise ile yürüttüğü
mücadelede bayraklaştırdığı anlam çerçevesi ise bilim oldu.
Aydınlanma ile doruğa çıkan bu mücadelede varılan noktada
“yapılan” yeni bilimsel keşiflerle, kilisenin dinselleştirdiği
dünya merkezli evren modeli yıkılmış, giderek herşeyin
sebep-sonuç ilişkileri içinde açıklanabileceği, “hür düşünce”yi
keşfeden yeni insanın öncelikle vahye, bunun bir türevi olarak
da “Tanrı”ya ihtiyacının kalmadığı ileri sürülmüştür. Modern
insan “birey”di, yani “Tanrı”dan özerk olarak var olabilen,
bunun yerine kendi “benliğini” ikame eden bir varlıktı.
19’uncu yüzyıl, bilimlerin materyalist
yorumunun yeni mutlakçı anlam çerçevesini oluşturduğu, “Tanrı”
düşüncesinin bilim-dışı ilân edildiği bir yüzyıl oldu. İnsanlık
“Tanrı”yı aşmış, tabiatın peçesini bilimle kaldırmış ve ona
“hakim” olmuştu. Peki, bu “zifafın” ürünü neydi?
Rousseau’nun
önemli katkı yaptığı romantik düşünce, bu kaba bilimciliğe bir
karşı çıkışı temsil etti. Özellikle, Rousseau modern bilim ve
sanatın insanı fakirleştirdiği, egemenlik ilişkisini
derinleştirdiği ve onu mutsuz ettiği tezinde ısrarlıydı. Modern
bilim, insanın tabiatla ve kendisiyle olan ilişki biçimini
değiştirmiş, “Tanrı”yı tarihin geçmişine hapsetmiş, ama ona
mutluluk getirmemişti. Öyle de olsa, modern bilimin mutlak
materyalist çerçevesi, sosyal Darwinist yorumla tüm dünyadaki
“okumuş sınıflarda” hakim inanç haline geldi. Öyle ki, Comte’un
temsilciliğinde “insanlık dini” şeklinde bir külte bile dönüştü.
Bu “imansız ve vicdansız” yüzyılın karanlığında yol almaya
çalışan Osmanlı okumuş sınıfının el kitabı, “İnsan ne yiyorsa
odur” diyen mekanik materyalist Feuerbach’ın Madde ve Kuvvet
isimli kitabıydı. İkinci Abdülhamid’in açtığı Harbiye ve Tıbbiye
mektepleri sosyal Darwinist bir kuşak yetiştirdi. Cumhuriyeti
kuran kuşak bu okullarda okumuş bir kuşaktır.
20’inci yüzyıl itibariyle, din dışı/din
karşıtı düşünce kendisini iki meşrûiyet sütununa dayamıştır:
Bilim ve halk. Bu iki unsur da, burjuvazinin önce kilise ile,
sonra da mutlakiyetçi krallarla giriştiği iktidar mücadelesinde
kendisini yasladığı haklılaştırma zeminleriydi. Bugün gelinen
noktada, semavî olana alternatif hale getirilmeye çalışılan
“halk” kavramı bu niteliğinden uzaklaşmış, materyalizme dayanak
yapılmaya çalışılan “bilim”in ise mutlaklığı sorgulandığı gibi,
bir anlam çerçevesi olarak değeri de ciddî bir sorgulamanın
konusu olmuştur. Modern bilim, hiçbir zaman bize bilginin kesin
ve nihaî formunu veremez; bu yüzden bilim son sözü hiç
söylenmeyecek olan beşerî bir faaliyettir. Öyleyse, herhangi bir
konuda “Bilim bu konuda şunları söylüyor” cümlesi, “bugünkü
bilim” olarak tashih edilmelidir. Burada ikinci bir tashihe daha
ihtiyaç vardır. Bilim, bilim insanlarının bir faaliyeti olduğu
için, bu insanların hakim değerlerinden ve kullandıkları
araştırma yöntem ve araçlarından kaçınılmaz olarak etkilenir.
Diğer bilgi türleri gibi, bilimsel bilginin üretiminde de,
insanın algılama ve anlama biçimi belirleyicidir. Bilimsel
düşünce kesin ve mutlak bir değere sahip değilse, bilimsel
bilgiden “iyi-kötü, güzel-çirkin” gibi insan yaşayışı için
vazgeçilmez olan moral değerlerin üretilmesi mümkün değilse,
yani bilimsel bilginin nisbî bir bilgi olduğu genel bir
mütearife ise, “Din bilimle çatışır mı?” sorusu ve bu soruya
cevaben ‘kesinlikle çatışır’ veya ‘kesinlikle çatışmaz’
genellemesi nereden çıkmaktadır?
Aslında bu soru, artık eskimiş, çok da
bugüne ait olmayan, ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in “Hayatta
en hakikî mürşit ilimdir. Bundan başka mürşit aramak gaflettir,
dalalettir” şeklindeki sözlerinde ifadesini bulan, İslâma karşı
misyoner heyecanlar taşıyan, kaba pozitivizmin yel
değirmenlerine karşı açtığı Donkişotvari savaş döneminin
bakiyesidir. Evet din belli bir dönemin bilimsel
anlayışıyla/yorumlama biçimiyle çatışabilir; çünkü din
sorgulamaya ve akletmeye açık kesin doğruları temsil ettiğini
söyler. Oysa bilim beşerî bir faaliyettir ve zatî olarak
belirsizlik ve nisbîlikle malüldür. Bu yüzden belli bir dönemin
bilimsel yorumlama biçimi/anlayışı dinle çatışabilir. Evrimci
düşüncenin günümüz Batı bilim çevrelerinde genel kabul görmesi
bunun açık bir örneğidir. Çünkü modern bilim, Allah’ın
tasarrufunda bulunan bir evren anlayışından değil, her şeyin
“tesadüfen” ama “düzen” içinde gerçekleştiği, “kör bir kuvvetin”
egemenliğindeki bir evren anlayışından hareket eder. Hiç gündüz
görmemiş bir gece adamının gördüğü ışığı, güneşle
ilişkilendirmesi mümkün olabilir mi? II. Ulusal Risale-i Nur
Kongresi vesilesi ile gündeme getirilen Said Nursi’nin bilim ve
din ilişkisi konusundaki görüşlerini merkeze alarak, bu
tartışmaya haftaya devam edelim.
**** **** **** **** **** ***** **** **** **** ****
MEHAZLAR :
** Makale
Yazarı : Refik YILDIZER
** 08.04.2005
Tarihli Yeni
Asya Gazetesinden iktibas edildi.
**
****
****
*** ALTUNTOP.NET -- Abdülhakim ALTUNTOP