İSLAM MEDENİYETİNİN BİLİMİN İLERLEMESİNDEKİ ÖNEMLİ ROLÜ -- İSLAM ve BİLİM

* İSLAM MEDENİYETİNİN BİLİMİN İLERLEMESİNDEKİ ÖNEMLİ ROLÜ

------------------------

İSTANBUL'DA KURULAN İLK RASATHANE

İstanbul Takiyüddin Rasathanesi’ni gösteren bir minyatürde astronomik aletlerle çalışan astronomlar görülmektedir.

** Bilim, Teknoloji ve Medeniyet Vakfı tarafından ilk defa 2006 yılında İngiltere’nin Manchester şehrinde açılan 1001 İcat: Dünyamızdaki İslam Mirası isimli sergi daha sonra 2010 yılında Londra’daki Bilim Müzesi’nde açılmış ve aynı yıl İstanbul’da da düzenlenmişti. 1001 İcat: Dünyamızdaki İslam Mirası isimli eser de sergiye paralel olarak kitaplaştırıldı. Siz de Bilim, Teknoloji ve Medeniyet Vakfı’nda uzman araştırmacı olarak görev yapıyordunuz. Hem serginin hem de kitabın yardımcı editörlüğünü üstlendiniz. “Yeni Farabi’ler, Biruni’ler, İbni Sina’lar yetiştirebiliriz. En büyük silahımız medeniyetimiz.” diyorsunuz. Medeniyet… Bazen de hamaset olarak algılanan bu konuda bizim medeniyetimiz objektif ve nesnel manada evrensel anlamda İslam-Bilim ilişkisine dair dünya toplumlarına neler söylüyor? Medeniyet açısından değerlendirdiğimizde, Müslümanların dünyayı etkileyen medeniyet eylemlerine katkısı nedir?

** Kitap ve sergi, hem İngiltere’de hem de sergilendiği tüm dünya şehirlerinde çok büyük ilgi gördü. İnsanlarda ilk defa “Müslümanlar da bilim yapıyormuş, Müslümanlar da icat yapıyormuş, Müslümanlarda da dinin haricinde bilimsel faaliyetler varmış…” şeklinde fevkalade güzel ve olumlu bir algı oluştu. Özellikle Batı’da bizim temel hedefimiz buydu. İngiltere, bilim ve teknolojinin doğduğu, Sanayi Devriminin doğduğu bir ülkedir ve şu anda orada 3-4 milyon civarında Müslüman yaşamaktadır ki bunlar İslam dünyasının genelinde olduğu gibi, Batı Medeniyeti karşısında kompleks içerisinde bulunuyorlar. Bizim burada iki hedefimiz vardı.

Birincisi: Müslümanlara, kendi tarihimizde büyük icatlar olduğunu, büyük bilim adamları olduğunu ve modern medeniyete büyük katkılar yaptığımızı göstermek, gençlerin onları rol model olarak almalarını sağlamak. Dolayısıyla Müslümanların kendi tarihleriyle ve kültürleriyle gurur duymasını sağlamak. İkincisi: Gayrimüslimlere, “Siz Müslümanlara sadece bugünkü medyanın size lanse ettiği şekilde değil, büyük bir medeniyetin sahipleri ve torunları olarak bakmalısınız. Dolayısıyla bunlar da bizim delillerimizdir ki bunlar sadece deryadan katre, çok azı; pek çoğu da bugünkü medeniyetimize doğrudan etki eden unsurlardır.” demekti.

** Hepimizin elinde kamerası bulunan bir tane cep telefonu var. Kameraların, optik biliminin arkasında bin yıl önce yaşamış Müslüman Bilim Adamı İbnü’l-Heysem’i görüyoruz. Çoğumuz gözlük takıyoruz. Gözlükleri, bir Müslüman göz doktorunun icat ettiğini görüyoruz veya ilk defa katarakt ameliyatının Müslüman cerrahlar tarafından yapıldığını görüyoruz ki bugün hâlâ devam ediyor. Bugün herhangi bir hastaneye gidin, herhangi bir cerrahın aletlerine bakın, bu aletlerin hemen hemen pek çoğunun Endülüslü alim Zehravî tarafından veyahut Amasyalı cerrahımız Şerefeddin Sabuncuoğlu tarafından icat edildiğini ve ilk defa kullanıldığını görürsünüz.

** Dolayısıyla bugün doktorlar, mühendisler, tarım yapanlar, herkes, İslam medeniyetine mutlaka bir şeyler borçlu. Bunun Batılılar tarafından ve Müslümanlar tarafından bilinmesi çok büyük faydalara vesile olacaktır. Müslümanlar yeniden özgüven, iç güven kazanacaklar; Batılıların da bize karşı menfi bakış açısı değişecek ki bu manada öncül hedeflerimize ulaşmış bulunmaktayız.

** Genel olarak baktığımızda “İslam medeniyetinde yine Birûnîler, Fârâbîler, Râzîler çıkabilir mi?” sorusunu soruyorsunuz. Eskiden bilim adamlarında şöyle bir anlayış vardı: Osmanlıca tabirle ifade edersek: “yed-i tûlâ sahibi ilim adamı” yani her ilimde söz söyleme yetkisine sahip bilim adamı. Bir bilim adamı hem astronomide çok orijinal bir kitap yazabiliyor hem tıpta çok orijinal bir kitap yazabiliyor hem de musikide veyahut felsefede veyahut fıkıhta… Aynı bilim adamında bunların tümünü görebiliyoruz. En güzel örneği İbni Sina. Hem felsefede yazmıştır hem psikolojide yazmıştır. Tıpta yazdığı kitap dünyaca meşhur, dinî ilimde yazdığı kitaplar meşhur. Dolayısıyla tam bir yed-i tûlâ sahibi ilim adamıdır. Fârâbî öyle, Birûnî öyle, er-Râzî öyle, İbnü’l-Heysem öyle… Mesela 1570’lerde İstanbul’da rasathane kurmuş olan Takiyüddin Rasıd, astronomi konusunda son derece önemli icatlara imza atmış, son derece orijinal kitaplar yazmış. Aynı zamanda bakıyoruz, zooloji konusunda eser yazmış, matematik konusunda eser yazmış, optik konusunda muazzam eserler yazmış. Dolayısıyla böyle her yönde bilim sahibi olmak, eskiden bir özellikti. Fakat modern dünyada bu anlayış kalmadı. İnsanlar artık spesifik bir konuda bilim sahibi oluyorlar ve eskilerin bireysel çalışmalarından ziyade, kolektif çalışma söz konusu. Artık bir kişi oturup bir kütüphaneye, bir laboratuvara kapanıp tek başına bir şeyler yapmak yerine, asistanlarıyla, meslektaşlarıyla bir araya gelerek yeni bir şeyler icat etmek durumunda.

** Bu manada baktığımızda, NASA’ya gidersek her milletten bilim adamı bulabilirsiniz. Oradaki bir icadın kimin tarafından icat edildiğini söylemek mümkün değil. Bir Müslüman mı icat etti, bir Hıristiyan mı icat etti veya George icat etti veya Hasan icat etti diyemiyoruz; bir ekip, bir grup icat etti. Tabi, yer yer Einstein gibi büyük bilim adamları da çıkmıyor değil, çıkıyorlar ama dönemimizde bu kolektif anlayıştan dolayı eskideki bilim adamı anlayışını beklememek lazım ve bütün yatırımları bu tür kolektif çalışmalara ayırmak lazım. Gerek milli eğitimimiz, gerek yüksek okullarımız, üniversitelerimiz bunu dikkate alarak, çalışmalarını buna göre yaparlarsa -ki dünya bu tarafa doğru gidiyor- biz de dünyayı her ne kadar yavaş yavaş da olsa takip eden bir ülke olarak, bu manada çalışmalarımızı sürdüreceğimizi ümit ediyorum.

** Yayınladığınız bir makalede diyorsunuz ki: “Lale Devri’nde çok önemli ilmî faaliyetler ve icatlar olmuştur. Bunlardan ilki Tersane Mimarı İbrahim Efendi’nin ‘Tahtelbahir’ adını verdiği ilk denizaltıyı icat etmesi; öteki de Humbaracılar Ocağı İkinci Halifesi Bayramoğlu Ali Ağa’nın icat ettiği ateşli silahlar ve roketlerdir.” Konunun tarihsel ve güncel öneminden bahseder misiniz?

** Şöyle bir bakarsak: Osmanlılar 1300’lü yıllarda küçük bir beylik olarak kuruluyor, yavaş yavaş Batı’ya doğru ilerleyerek, 1453’e gelindiğinde, artık bir dünya devleti oluyor. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u alır almaz ilk yaptığı iş, daha önceki İslam sultanlarının yaptığı yolu takip ederek, burayı bir ilim, kültür, medeniyet ve cazibe merkezi hâline getirmek oluyor. Bu manada yeni kurumlar kuruyor. Hem teknik kurumlar hem de ilmî kurumlar, medreseler kuruyor ve aynı zamanda bilim adamlarını buraya davet ediyor. En meşhurlarından birisi, hükümdar ve alim Uluğ Bey tarafından Semerkand’da kurulmuş olan rasathanedeki astronomi faaliyetlerine, ilmî çalışmalara katılmış olan Ali Kuşçu. Bir elçilik göreviyle İstanbul’a gelmişken, Fatih, onun ilminin farkına varıyor ve kendi medreselerinde çalışmak üzere davet ediyor. Ali Kuşçu büyük bir bilim adamı. “Öncelikle bu elçilik görevimi sonlandırayım, tamamlayayım, ondan sonra gelirim.” diyor. Hakikaten, söz verdiği şekilde geliyor ve Fatih, onun her konakladığı konak yeri için bin altın veriyor. İstanbul’a gelince, medresede göreve başlayınca da günlük 200 akçe gibi muazzam bir para veriyor. Bu, dünyanın dört bir tarafındaki başka bilim adamlarını da çekmek için atraktif bir politika. Gerçekten de Fatih döneminde olsun, Beyazıt döneminde olsun, Yavuz ve Kanuni döneminde olsun, dünyanın önemli bilim adamları İstanbul’a geliyor ve ciddi ilim faaliyetleri başlıyor. Pek çok alanda gelişme oluyor, medreseler gelişiyor. Mesela, Fatih Külliyesi ve Süleymaniye Külliyesi dünya çapında, külliye tarzında yapılmış olan ilk medreselerdir, türünün ilk örnekleridir. Cami ortada, etrafında ilim ve sosyal müesseseler; muazzam bir buluştur.

** Keza Kanuni Sultan Süleyman tarafından Süleymaniye Külliyesi içerisinde ilk defa Tıp Medresesinin açıldığını görüyoruz. Tıp medresesiyle darüşşifa yan yana. Birinde teorik eğitim, birinde pratik eğitim yapılıyor. Daha önceki İslam medreselerinde, darüşşifalarda, hastanelerde doktor yetişmiyor muydu, yetişiyordu; ama orada şifahane içerisinde, usta-çırak ilişkisi içerisinde doktorlar talebelerini yetiştiriyorlardı. Fakat dünya tarihinde ilk defa kurumsal olarak iki ayrı binanın tahsis edilmesi, birinde teori derslerinin yapılması, diğerinin pratikte kullanılması ilk defa oluyor. Yoksa bu tıp eğitiminin yapıldığı müesseseler İslam medeniyetinde önceden beri var.

** Lale Devrine gelirsek, burada önemli bir faaliyet söz konusu. Nitekim İbrahim Paşa yeni bir ilmî faaliyete imza atıyor. Osmanlı döneminde, belki II. Murat döneminde olana benzer şekilde bir tercüme faaliyeti başlatıyor. İslam medeniyetinin başlangıcına gidersek -belki biraz daha önceden bahsetmekte fayda var, çünkü burayla bağlantılı- İslam medeniyeti ilk ortaya çıktığında, dinî ilimler haricinde, bilimsel manada hiçbir şey yoktu. Özellikle coğrafyanın genişlemesi sebebiyle ilk etapta kıblenin tayin edilmesi, İslam’daki namaz vakitlerinin dakik bir şekilde hassas olarak belirlenmesi konularında hesaplama ihtiyacı söz konusu oldu. Bunun için astronomiye ihtiyaç duyuldu, astronomi bilimi gelişti. Yeni coğrafyalar açılınca, coğrafya konusunda haritacılık konusuna ihtiyaç oldu. Bu manada, Batlamyus gibi eski Yunan bilim adamlarına müracaat edildi. Kelam konusunda tartışmalar söz konusu olunca felsefe söz konusu oldu. Ticaret ve hesaplamalar söz konusu olunca matematik söz konusu oldu, Hint bilimine müracaat edildi. Dolayısıyla bu ihtiyaçlar karşısında kendinden önceki medeniyetleri tanıma babında büyük bir tercüme faaliyeti başlatıldı. Eski medeniyetlerde yazılmış eserler bulundu, Arapça ve Farsçaya tercüme edildi, daha sonra Türkçeye kazandırıldı ve İslam bilim adamları bunun üzerine yeni icatlar, yeni gelişmeler yaptılar. Uzun süre bu icatlar ve orijinal katkılar devam etti, büyük bilim adamları yetişti.

** Osmanlı’da da bu manada bilimin önemini kavrayan Sadrazam İbrahim Paşa -Lale Devri’nin önemli sadrazamı- büyük bir tercüme faaliyeti başlatarak, diğer dillerde yazılmış eserleri Türkçeye ve Arapçaya kazandırmak konusunda büyük bir faaliyet başlattı. Avrupa’da yazılmış eserleri de dikkate alarak, onlardan da bir kısım eserleri, son derece iyi organize edilmiş tercüme heyetleri teşkil ettirerek tercüme ettirdiğini görüyoruz. Bu devirde önemli ve organize bir ilmî faaliyet söz konusu. Her ne kadar Lale Devri bize eğlence ve kültürel faaliyetler söz konusu olarak lanse edilse de iyi ve ciddi manada ilmî faaliyetlerin olduğunu da görmekteyiz. İbrahim Paşa sürekli bilim adamlarını teşvik etmektedir. Bilim adamlarına yaptıkları faaliyetlerden dolayı teşvik manasında önemli paralar ödemektedir. Çeşitli bahanelerle onlara paralar, altınlar vermekte ve teşvik etmektedir.

** Bu dönemde dikkat çeken iki husus var. İlk defa bu eğlenceler söz konusu olduğunda, Tahte’l Bahir ismi verilen bir denizaltının icat edildiğini görüyoruz. Son derece gelişmiş, timsah şeklinde bir denizaltı. Birkaç saat suyun altında kalabiliyor, tekrar çıkıyor, ağzını açıyor, içinden insanlar çıkıyor, gösteriler yapıyor. 1620 yılında Londra’da Hollandalı bir bilim adamı olan Cornelius Jacobszoon Drebbel tarafından yapılmış bir denizaltı söz konusu, ama onun son derece küçük ve basit bir şey olduğunu görüyoruz. Osmanlı’daki bu denizaltıyı da kendi türünde yeni bir icat olarak değerlendirebiliriz.

** Yine bu dönemde yaşamış Bayram Oğlu Ali Ağa’nın yazmış olduğu “Ümmü’l Gazâ” isimli eserde de yeni tarzda roketler icat ettiğini ve bu roketlerin 7-8 metre büyüklüğünde, bir insanın kucaklaması mümkün olmayacak kadar devasa olduğunu ifade ediyor. Bunun yanında askerî alanda kullanılacak aletler de icat ettiğine şahit olmaktayız. Tabi, bunları da Lale Devri’nin önemli buluşları olarak, Osmanlı dönemindeki bilimsel faaliyetlerin birer yansıması olarak görebiliriz.

** Sadece bunlar değil, başka bilim adamlarının da yaptığı birtakım icatlar var ki bunların çoğu öne çıkartılmamıştır. “Mucit Şeyhler” isminde bir makalem vardı. Şeyhülislam Pirizade Mehmed Sahip Efendi, iki cisim arasındaki mesafeyi uzaktan ölçmeye yarayan ve rub’i müceyyib-i zü’l-kavseyn adını verdiği bir aleti icat ediyor. Hezarfen İbrahim Ethem Efendi -Abdülhamit döneminde yaşamış- motor icat ediyor. Bunlar bilimsel olarak patenti alınmış icatlar olmadığı için çok fazla duyurulmamış. Yine o dönemde bazı Ermeni bilim adamları var, pamuk makinesi icat ediyor, tüfek icat ediyor; dünyanın ilk seri atışlı sahra topunu icat eden Ahmed Süreyya Emin gibi bilim adamlarımız var. Dolayısıyla bu icatlar çalışılmamış, ortaya konulmamış. Yazmalarımız şu anda yazma eser olarak kütüphanelerimizde yatmaktadır.

** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** **

** Bu Makale, Prof. Dr. Salim AYDÜZ Tarafından hazırlanmış olup; GÖNÜL DERGİSİ'nden (Y: 2016 , Sayı : 057) İktibas Edildi.

** ** **

** ** **

*** **** ****

TelePhone & WhatsApp :

+905353901972

Adress :

BUCA / İZMİR